İsmet Özel “Modernlik insan yaşamına yaraşır bir hayata manidir”[1] der. Bunun Amerika’yı yeniden keşfetmek olduğunu söylemek haksızlık olacaksa da modernitenin bizim yaşamımıza getirdikleri ve götürdükleri sonucunda yaşamımızın aldığı hâlin ne olduğu meselesinin her bireyin zihnini kurcalaması gerektiğini ve kafası çalışan pek çoklarının da zaten kurcaladığını düşünüyorum. Açık olan bir şey var ki bu mesele Oslo, August 31’ın yönetmeni Joachim Trier’in de kafasını kurcalamış. Peki bir sinemacı olarak Joachim Trier’in buna cevabı ne olmuş? İşte Oslo, August 31’da bunu izliyoruz.
Modern hayat bizim önümüze temel iki seçenek sunar: Ya ineklere mahsus bir mutluluğu yaşayacaksınız ya da sistemin sizi dışlamasına sebep olacak ve bohem yaşamın dibine vuracaksınız. Modern yaşamda hangisi hangisinden üstün bir durumda, bu apayrı bir tartışma konusu. Oslo, August 31’de ise sistemin çemberin dışına attıklarından Anders’in hikayesini izliyoruz. Eski bir uyuşturucu bağımlısı olan ve rehabilitasyon evinde kalan Anders’in bir gününü anlatan filmde modern yaşamla cebelleşen insanların, bu yaşamın getirdiği düzensizliği ve toplumsal yaşantının insanları inekvari bir mutluluğa zorlamasına şahit oluyoruz. Şimdi, böyle anlatınca kafanızda bir şeyler canlandı değil mi? İşte, Oslo, August 31’ın problemi de burada başlıyor. Tüm bu anlatılanlar, yukarıda yazdığım her şey fazlasıyla tanıdık izleyiciye. Zira bu konu, yani modernite eleştirisi özellikle Kuzeyli sinemacıların yıllardır yaptığı ve baygınlık geçirtecek derecede sık karşımıza çıkan bir şey. Şahsi fikrimi soracak olursanız, ben bu temaya iyi işlendiği sürece tav oluyorum ancak meselemiz Oslo, August 31’ın bu konuda başarılı olup olamadığı.
Filmin muadillerinden ayrılan bir noktası var ki hakkını teslim etmek lazım. Her ne kadar ortada klişe bir eleştiri varsa da bunu izletecek etmenlere sahip. İyi tasarlanmış diyaloglar, güzel inşa edilmiş karakterler ve her ne kadar artık illallah dedirtse de yalnızca bir günü anlatan minimal senaryosu. Minimal, tek günlük hatta saatlik hikayeler anlatma meselesi sinemanın özellikle 2005-2015 dönemini esir almıştı ve Oslo, August 31 bunu da boş geçmiyor. Ancak bunu aynı senaryo tekniğini benimseyen pek çok filme göre başarılı bir şekilde uyguluyor. Özellikle Hollywood filmlerinde dur durak bilmeksizin geçen 24 saatin hikâyesini anlatan muadillerine göre Oslo, August 31 çok daha sakin ve ne dediği belli olan bir yapıya sahip. Normalde bu senaryo anlayışına sahip filmlerin sahip olduğu hikâyenin ortasına düşme probleminden de uzak olduğunu söylemeliyim. Her ne kadar olayların ortasına düşseniz de film hiçbir zaman size yabancı gibi hissettirmiyor, diyaloglar ve karakterlerin çok başarılı kurgulanmış oluşu sanki zaten tanıdığınız, bildiğiniz bir hikâyenin devamını izliyormuşsunuz hissini veriyor.
Senaryodaki bu klişeleri başarılı işlemesi mevzusunun yanında Oslo, August 31’in görsel olarak da alışılmışın pek dışına çıktığını söylemek zor. Ne aşırı etkileyici tablolar yakalama derdinde, ne de görselliği tamamen bir kenara bırakmış durumda. İnsan psikolojisi üzerine odaklanan her filmde görebileceğiniz basit ve temiz bir görsel dili var Oslo, August 31’ın. Bu bakımdan izleyicide oluşturulmak istenen etkiyi alenen görebiliyor ve “Bak burada yönetmen şöyle şöyle yapmak istemiş” gibi yorumları rahatlıkla yapabiliyorsunuz. Anders’in iç bunalımın arttığı sahnelerde kameranın sallanması, fırtınadan önce sessizlik anlarındaki o durgunluk derken film görsel anlamda sizi şaşırtmaya hiç çalışmıyor ancak yine de zihinde hoş bir tat bırakıyor. İddialı olmayan ancak yapmak istediği şeyde de standardın az üstüne çıkan bu görsel anlayış Oslo, August 31’in diğer alanlardaki duruşuyla paralel bir duruş sergiliyor.
Filmin bir tarafı övülecekse onun da oyunculuklar olduğu kanaatindeyim. Film, görece dar bir kadroya sahip ve oyuncuların içinde çok tanınmamış isimler de var ancak kötü performans yok. Zaten kâğıt üstünde iyi oluşturulmuş karakterlerin izleyici ile aynı düzeyde buluşmasını sağlayan yegâne şey oyuncular. Filmin genel akışının ve seviyesinin birkaç tık üstünde kabul edebileceğim oyuncular bana kalırsa bu filmin fark yaratmaya en yakın kısmı.
İşin özü Oslo, August 31 size harika bir film vaat etmiyor, bir başyapıt olma iddiası da taşımıyor. Konuyu okuyunca meselesini anlayabildiğiniz, basit ve çokça işlenmiş bir senaryoyu ortalama ve klasik sayılabilecek bir görsellikle birleştiriyor. Ancak bu yorumlar sizi filmden uzaklaştıracaksa böyle düşünmemenizi tavsiye ederim. Zira film ilginç bir şekilde tüm bu vasatlığı o kadar iyi kurtarıyor ki filmi izlediğinizde “Eh, bu da fena film değilmiş yahu” gibi bir his bırakıyor. Bu hissi bırakan her filmin izlemeye değer olduğunu düşünüyorum, bu yüzden Oslo, August 31 herkese değil belki ancak türü sevenlere tavsiye ederim.
[1] İsmet Özel 23 Kasım 2013 tarihinde Mardin-Kızıltepe’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza manidir.” Bu sözlerin manası ve Batı’dan bize ithal edilen insan imajı nedir, bunun herkesin malumu olduğunu düşünüyorum.