Henüz Yere Çarpmamış Olmamız, Düşmekte Olduğumuz Gerçeğini Değiştirmez

Marksizm’in gücü, ortaya koyduğu ideal düzenden değil, kapitalizmi analiz etmesindeki başarısından ileri gelir derler. Bu söz doğrudur da. Marks’ın bir bilim olarak ekonomi-politiğe bakışında onu dönemdaşlarından ayıran bir giz vardır. Vladimir İlyiç Ulyanov, ya da biz ona Lenin diyelim, “Emperyalizm: Kapitalizm’in En Yüksek Aşaması”nı Marks’tan aldığı ilhamla yazabilmiştir. Aktarılan bir şeydir Marks’ın çözümlemelerindeki giz ve bizim bu dünyayı anlamlandırabilmek için o gize muhtaç olduğumuz aklı başındaların farkında olduğu bir gerçektir. La Haine’i de anlamlandırabilmek bu bakışa ihtiyaç duyduğumuz kanısındayım ve o kanı bize Hubert’in haksız da olabileceğini söylüyor: henüz yere çarpmamış olmamız, düşmekte olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor.

La Haine, uzun Fransız emperyalizminin dışavurumu aslında. Bir Yahudi, bir Kuzey Afrika göçmeni, bir de siyahinin banliyödeki alt sınıf yaşamlarından 24 saatlik çarpıcı bir kesit. Her şeyin alt-sınıfın ürettiği artı-değere üst-sınıfın el koymasını geçerek, gelişmemiş ve gelişmesine fırsat tanınmayan ülkelerin ürettiği artı-değere gelişmiş emperyalist ülkelerin, misal Fransa, el koymasıyla başladığı bir hikâye. Emperyalizm’in, kapitalizmin oluşturduğu sömürü düzeninin küresel bir hâle getirerek kapitalizmin en ileri aşaması hâline gelmesiyle başlayan bir hikâye. Bu nedenle de sınıf kavramından, sömürgeden, periferi-merkez çatışması ve banliyö kavramlarından bağımsız okunamayacak bir hikâye; mekânı politikanın teberrüz ettiği alan olarak bilenlerin çok anlamlar çıkarabileceği bir hikâye. Banliyödeki polislerin mevcut sistemin bir maşası olarak kendilerini alt-sınıftan üstün görmeleri ve gözaltına aldıkları göçmen gence hastaneye düşürecek derecede şiddet uygulamalarıyla başlıyor hikâye. Tek bir kıvılcıma bakan isyan alevi de bu olayın ardından ortalığı yakmaya başlıyor. İşte La Haine, isyan etmekle etmemek arasındaki bir halkın ortasında bir Paris banliyösünde, yani kavganın göbeğinde ve oyunun dışında 3 gencin hikâyesini konu alıyor. Kavganın göbeğindeler çünkü tüm bu olayların olduğu yerde, isyanın ortasındalar; oyunun dışındalar çünkü periferide, banliyöde, yani sistemi değiştirme gücüne sahip araçların uzağındalar. Ancak herkes kendisini oyunun içinde sanır, eğer oyunun ne kadar büyük olduğundan haberdar değilse. Bu üç gençten Yahudi olan Vinz de kendinde görüyor gücü. Kana karşı kan istiyor. Vinz’in sistemin farkında olmaması mesele, işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyor. Sistemin baskı araçlarını sistemin kendisi sanıyor ve düşman belliyor. Vinz ne kadar saflık ediyorsa onu durdurmaya çalışan Hubert de aynı derecede saflık ediyor. “Önemli olan yere çarpıştır” diyor Hubert. Bilmiyor ki sistemin henüz canını çıkarmamış olması, sürekli boğazını sıktığı gerçeğini değiştirmiyor. Yere çarpmasak da düşüyoruz.

La Haine’in görsel anlamda en dikkat çekici tarafı siyah-beyaz oluşu. Renkli filmlerin geçişli renk dizaynının aksine siyah-beyaz görsellik filmin duygusal keskinliğini artırmış. Karakterlerin fevri hareketleri, duygularındaki ani değişimler ve yaşanan her türlü olayın daha keskin ve etkileyici bir şekilde hissedilmesini sağlamış bu görsel dizayn. Tabii bu durum estetik anlamda bir vazgeçişi de beraberinde getirmiş elbette. İyi bir görsel dizaynın izleyiciye vereceği görsel hazdan vazgeçilerek duyguların hissedilmesindeki yoğunluğa önem verilmiş. Filmin yalnızca 24 saatte yaşanan olayları anlattığını düşünürsek bu tercih çok da fena durmuyor, şahsi kanaatim. Zira 24 saatte bu denli yoğun olayların yaşandığı bir ortamda renkler işleri biraz daha sıradan hâle getirebilirdi. Siyah-beyaz görsellik filmi bu bakımdan farklı bir boyuta geçirmiş. Kamera kullanımında da keza filmin içeriğiyle son derece uyumlu şekilde hareketli kamera tercih edilmiş. Gençlerin “hareketli” yaşantılarına yakışan bir hareketli kamera kullanımı. Sabit kameranın çoğu zaman daha steril hissettirdiği, aksiyonu düşürdüğü düşünüldüğünde bu tercih de oldukça makul, filmin geri kalanıyla uyumlu. Bu söylediklerim, aslında filmin görselliğinin içeriğiyle son derece uyumlu olduğunu gösteriyor. Biçimin ve içeriğin uyumu, filmin kalitesini belirleyen önemli etmenlerden.

Film, oyunculuklar bakımında son derece başarılı. Başrol oyuncuları, henüz kariyerlerinin başlarında olmalarına rağmen üst seviye performans sergilemişler. Özellikle Vinz gelecekte büyük bir aktör olacağının sinyallerini vermiş. Alt-sınıf yaşamının gerilimi, sokaklarda büyüyen bir çocuğun öfkesi ve arkadaşı hastanelik edilmiş bir gencin kini; tüm bunların Vinz’in mimiklerinde görmek mümkün. Hubert ve Said de arkadaşlarından pek aşağı kalmamışlar, gerek aralarında yaşanan çekişmelerde gerekse de kriz anlarında ortaya koydukları performanslarla karakterlere başarıyla can vermişler.

Filmin müzikleriyle son derece ikonik. Özellikle “Assassin de la Police”, bu filmin yarattığı ünle birlikte dünya rap tarihinin en meşhur parçalarından biri hâline gelmeyi başarmış. Bir başka simge parça olan “Mon espirit part en couilles” de La Haine’le birlikte üne kavuşmuş ve dünya çapında adını duyurmuş parçalardan. O dönemde tüm dünyada gettonun müziği olan, Fransız banliyölerinde de hayli değer taşıyan rap müzik filmde kendine iyi örneklerle yer bulmuş, hem kendi bilinirliğini artırmış hem de filmin işitsel anlamda tamamlanmasına katkı sağlamış.

Şimdiye kadar filmi övdüm genel olarak, zira La Haine kendi içinde oldukça başarılı bir film. Ancak bir filmin değerini belirleyecek olan yalnızca kendi içinde başarılı olması değil, buna ek olarak diğer filmlerle kıyaslandığında da onlara üstünlük sağlayabilmesindedir. İşte La Haine kendi içinde tutarlı olmaya çalışırken diğer filmlerle rekabetinden tavizler vermiş bir film. Örneğin siyah-beyaz görsellik filmi kendi içerisinde başarılı kılsa da onu izleyiciye estetik haz verecek bir görsel dizayndan mahrum bırakıyor. Keza yalnızca 24 saati konu alan hikâye filme vuruculuk katıyor olsa da hem hikâyenin inanılabilirliğini düşürüyor hem de bu durumun sebep olduğu atlamalar izleyicide bir boşluk hissi yaratıyor. La Haine bir klasik, ayrıca çok uzun da bir film değil; izleyin derim. Ancak beklentilerinizi ölüçülü ayarlamanızı tavsiye ederim, sonra hayal kırıklığına uğramayın.

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın